HABERLER » Röportajlar » 12’sinde Tanıdığım, 15’inde Bağlandığım... | ALUMNI UAA - Üsküdar Amerikan Lisesi'nden Yetişenler Derneği

GÖZDE KÜÇÜK (UAA’02)

Gözde Küçük, geçtiğimiz yıl, UAA’yi tanıttığı yazısına böyle başlamış. Aşk hâlâ sürüyor. Bitecek gibi de değil. Nasıl bitsin ki? Hayatta pek çok cesur ve isabetli kararı okuldan öğrendikleri sayesinde almış. Princeton’da okurken, Forbes’ta staj yaparken, Rahmi Koç ile çalışırken, bir aile şirketi olan Elit Çikolata’yı yönetirken UAA hep yanında olmuş.

Gözde Küçük, aralık ayından bu yana, bir aile şirketi olan Elit Çikolata’nın genç yöneticisi. Elit de Türkiye’nin en eski çikolata üreticisi. 1924 yılından beri üretim yapıyor. İnci’nin profiterolünden İstiklal’in ünlü Beyoğlu Çikolatası’na kadar pek çok markanın altında Elit’in imzası var. Gözde Küçük ile Elit’in Esenyurt’taki merkezinde görüştük.

Üsküdar Amerikan’a her girenin ilginç bir hikâyesi var. Genellikle anneler yönlendiriyor. Sizinki nasıl oldu?

Benimki de böyle oldu. Annemin bir lafı vardı: “Robertliler dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanıyorlar,” diye... Benim için ise de, ‘şimdi bu tek çocuk. Bir de Robert’e girerse tutamayız,’ diyordu. Aslında tamamen Üsküdar Amerikan’a kilitlenmiş durumdaydı.

Sınava girdim. Robert’te yedekte ama üst sıralardaydım. Tabii ki Üsküdar oldu. Başta, en çok İngilizce öğrenmek zor geldi. Bazı öğrenciler ilkokulda İngilizce okumuşlardı ve avantajlıydılar. Ben ödevleri anlamıyordum ki yapabileyim...

Hazırlıktayken quiz olduk. Çok çalıştım. Ama hiç çalışmadığım bir soru geldi. Bu çok zor soru da, ‘Where Are You From?’u çalışmışım, biliyorum. ‘Which City Are You From?’ idi. Hiç bilmediğim bir kalıptı ve çok komplike gelmişti. Ben de, ‘bu sorunun kalıbının aynısını cevaba koyayım,’ dedim. Eve gittim. ‘Doğru mu?’ diye sordum. Annem, ‘bu çocuk hiç öğrenemeyecek galiba,’ dedi.

Aktivitelerde baştan beri var mıydınız?

Lisede öğrenci birliğine girdim. Aynı zamanda voleybol takımındaydım. Lise 2’de öğrenci birliği başkanlığına aday oldum.

Erkekler, ‘Kızdan başkan olmaz,’ diyorlardı. Burası kaç yıllık kız okulu olmasına karşın, gerçekten de erkekler geldiğinden beri kızlar hiç başkan olmamışlardı.

Beş-altı erkek var. Yarışma onlar arasında dönecek gibi. Ben de bunu kabullenemiyorum. ‘Bu dezevantajımı nasıl avantaj haline nasıl getiririm?’ diye düşündüm. Benim bütün yakın arkadaşlarım, bizim dönemin popüler erkekleri, iriyarı çocuklar. Küçük sınıflar onlara özeniyor, kızlar da onları beğeniyor. Bir arkadaşımın annesi tekstilciydi. Biz de kız tişörtü yaptırdık. Bunları iriyarı oğlanlara giydirdik. Pembe tişört üzerinde ‘Vote for Gözde ve Su’ yazıyor. Bir sürü erkek aday listede kayboldu. Ben seçilmiş oldum.

Öğrencileri temsil eden bir başkan olarak yönetimle aranız nasıldı?

Zaman zaman sorun çıksa da iyiydi. Mr. Shepard’in ilk senesiydi. İlk geldiği gün, ‘son sınıflar spor ayakkabı giyemez,’ dedi. Oysa son sınıfların her zaman bazı ayrıcalıkları vardı. Bizimkiler bu ayrıcalıkların elden gitmesine çok bozuldu. Ben de Mr. Shepard ile bizimkiler arasında sürekli arabuluculuk yapıyordum. Bazen bizimkilerin yaptıklarını Mr. Shepard beğenmiyor. Bazen tam tersi oluyor. Bir kere bizimkiler aşırıya kaçmış olacaklar ki, Mr. Shepard çağırdı, ‘bakalım bu defa arkadaşlarını nasıl savunacaksın, çok merak ediyorum,’ dedi.

Asi ve eğlenceli bir sınıfmış. Moda deyişiyle, okul sizin hayatınıza nasıl dokundu?

Okulun beni ben yaptığını düşünüyorum. Geçen sene okulu anlatan bir yazı hazırlamıştım. Şöyleydi: 

‘12’sinde tanıdığım, 15’inde başka hiçbir okula gitmek istemeyecek  kadar bağlandığım (bana ailem orta sonda sormuştu Robert’ın sınava girmek ister misin diye, istemediğimi söyledim), 17’sinde öğrenci birliği başkanı olarak pek az okulda sahip olabileceğim sorumluluk ve deneyimleri yaşadığım, 18’inde mezun olduğum, ama her gittiğimde kendimi evimde hissettiğim, sayesinde ömür boyu benimle olmalarını umduğum dostlar kazandığım yerdir Üsküdar benim için.

Kanımca, Üsküdar Amerikan’ın kültüründe yoğurulan insan, kendini her ortamda belli eder. Aynı anda hem mütevazı hem iddialıdır. Hem rahat hem ciddidir. Hem sert hem tatlıdır. Hem lider hem halktır. Hem idealist hem pratiktir. Hem çalışkan hem keyiflidir. Hem saygılı hem samimidir. Hem güçlü hem duyarlıdır. Hem iş kadını/adamı hem aile insanıdır. Hem rekabetçi hem takım oyuncusudur. Hem son ancı hem mükemmeliyetçidir. Pek çok defalar yeni karşılaştığım ve bu özelliklere sahip olduğunu hissettiğim birine Üsküdarlı olup olmama sorma gereği duymuşumdur. Ve haklı  çıkmamla beraber aramızda güzel bir bağ oluşmuştur. Esasen Üsküdar insanı hayata hazırlar. Çünkü hayat bizden bir arada bulunması zor özellikleri kendimizde birleştirmemizi bekler. Hayat başarısı esneklik gerektirir. Empati gerektirir. Analitik yetenek getirir. Özgüven gerektirir. İyi bir İngilizce ve kapsamlı bir öğretimin yanında, Üsküdar, insana tam da bunları verir.

Amerika’ya okumaya gidişiniz nasıl oldu?

Harvard’ın yaz okuluna gitmiştim, ama çok da Amerika’da okumayı düşünmüyordum. En çok, ailemden kopmak istemiyordum. Harvard’a gelmişken, ABD’de okul mülakatları ayarlamıştık, gelecek yıl üniversite seçmek için...

Ben ise artık Türkiye’de okuyacağım diye kesin karar vermiştim, okul gezmek istemiyordum. İstanbul’a dönmek istiyordum. ‘Gideceğim, ertesi gün okul açılacak,’ diye düşünüyordum. Annemi arayıp mülakatları reddettiğimi söyledim. O da, ‘Bu senin hayatın. Hayırlı olsun,’ dedi. ‘Ama biz biletlerimizi aldık, oraya geliyoruz. Bir hafta tatil yapmış oluruz. New York’ta dostlarımız var. Onlarda kalacağız.’

O dostlar, ‘Burada Columbia var, hemen yakında da Princeton var, oralara bir gidelim. Bir ortamı gör,’ dediler. Columbia’yı gezdim, çok beğendim. Ama Princeton’a gittim, âşık oldum.

Çok sevdim. ‘Burası olur,’ dedim. 

Princeton’a nasıl kabul edildiniz?

Erken başvurdum ama ben farklı bir şey de yaptım. Bizim zamanımızda online başvuru olmuyordu. Postayla yollamak gerekiyordu. Formu doldurduk, postaya verdik. Bir tane de kişisel makale yazmak gerekiyor. Konusuna sen karar veriyorsun. Seni tanımaları için... Herkes, ‘ben şu kitabı yazdım, şu projeyi yaptım, yeni Einstein benim,’ diye yazıyordu. Ben düşündüm. 17 yaşındayım ve benim öyle şeyler yapmış olmam mümkün değil.

Ben kendime dair farklı bir şeyler anlatayım dedim. Bir gün annemle konuşurken, benim bebekliğimde doğum lekemin olduğunu hatırladık. Ben doğduğumda yüzümün bir yanı kıpkırmızıydı. Annemin üzüntüden sütü kesilmiş, babam perişan. Doktorlar da, ‘bu böyle kalır,’ demişler. Yalnız, doktorlardan biri, ‘50 kişiden birinde bu geriye gider,’ demiş.

Hakikaten de gerilemiş. Yüzünüzde hiç iz yok...

Hatırlıyorum, annem çok güzel bir şey yaptı. Saklamaya çalışabilirdi. Çünkü çocuklar, o yaşta çok zalim oluyor. ‘Sende var da, neden bizde yok. Yoksa sende kusur mu var?’ diye alay ediyorlar.

Tam tersine, saçlarımı sürekli olarak, doğum lekesini ortaya çıkartacak şekilde at kuyruk yaptı. ‘Sorarlarsa de ki, bu doğuştan, Allah beni özel olarak seçmiş, o da benim işaretim. Bunun olmaması sizde bir eksiklik dersin,’ dedi. Çocuklar gerçekten şaşırıyorlardı, bizde niye yok diye...

Princeton günlerine gelirsek, teziniz Türk-Yunan ilişkileri üzerineymiş...

Evet. Türk-Yunan ilişkileri konusundaydı. Neler oldu da sürekli savaşın eşiğinde olan ülkede birdenbire ilişkiler düzeldi? Biliyorsunuz, Yunanistan ile ilişkiler deprem sonrası yumuşadı. Doğal afetler, düşman ülkeler için bir fırsat penceresi açıyor. Kamuoyu yumuşuyor ve liderler o dönemi iyi kullanabilirse, kalıcı barış sağlanabiliyor. Sismik Dalgalar Üzerinde Demokrasi... 

İlginç bir konu seçmişiniz. Başlık da çok iyi. Nasıl bulundu teziniz?

En iyi tez seçildi. Bana para verdiler. Ve bu benim için o kadar keyifli bir projeydi ki... Okul bunun için fon ayırıyor. Mesela ‘Atina’ya git ve bu konudaki en önemli kişilerle konuş,’ diyor. Demirel’e gittik. Bana ezbere, Türkiye’nin hangi kıyısının kaç mil uzağında hangi Yunan adasının bulunduğunu söyledi. Şoke oldum.

Ben sonra tezi ciltlettirip kendisine de gönderdim. O da bir hafta sonra babamı aramış, ‘ben okudum,’ demiş. ‘Çok akıllı kız, ona iyi bak,’ demiş. Okumuş yani, bu beni çok etkiledi.

Princeton’un yaşamınızda çok büyük bir yeri var...

Evet. Öyle bir yerdesiniz ki, herkes seçilerek getirilmiş ve herkes sizin yaşıtınız. Hepsi kendi ülkesinin en parlak görünen isimleri. Kiminle konuşsan bir şey öğreniyorsun.

O zaman bizi kabul eden bölümün başında bir dekan vardı. O da çok özel bir insandı. Bu sene vefat etti.

Bir gün bize amfiden şunları söyledi: “Bir sağınıza bakacaksınız, bir solunuza bakacaksınız, herkes size çok parlak gelecek,” dedi. “Ve diyeceksiniz ki, ‘beni buraya herhalde yanlışlıkla aldılar. Herkes o kadar parlak ve iddialı ki ben yapamam,’ diyeceksiniz.

Bir üç-dört ay sonra yine sağınıza ve solunuza bakacaksınız ve diyeceksiniz ki, ‘bunların herhalde hepsi yanlışlıkla buraya geldi, bir tek ben doğru geldim.’”

Princeton sizi başka bağlantılar da getirdi mi?

Tabii. Mesela Forbes’ta staj yapma imkânı kazandırdı. Steve Forbes de Princeton’lı. Okulda bir Forbes binası var. Staj için ana dili İngilizce olmayan dört kişi aldılar. İkisi Yale’den, biri Harvard’dan, biri de Princeton’dan... Beni almadılar. Ama bu arada üç görüşmeden filan geçtik. Sonra beni aradılar. Baş editör dedi ki, ‘Bu programın kapasitesi dörttü. Ama dün ben uyuyamadım. Ben seni de staja alacağım.’ Dedim, ‘çok güzel olur.’ Forbes ailesinin şirketi yönetişi beni çok etkiledi. Çünkü stajyer olarak yönetim kurulu toplantılarına katılıyorsun, onlarla çalışıyorsun. 

Sonra ne oldu? Forbes’taki stajdan sonra neler yaptınız?

Uluslararası politikada John Hopkins’in programı var. Bir sene İtalya, bir sene Washington. Ben de Avrupa’da olmayı çok istiyorum. İtalya fikri  çok hoşuma gitti. O programa kabul edildim. Bir sene İtalya’da idim. Amerika’da yaşamayı hiç istemedim. Döndüm. 2008 krizi oldu. Almanya’da çalışmak istiyorum, çünkü çok farklı bir çalışma etikleri var. Göçmenlerin ekonomiye entegrasyonu konulu bir çalışmada yer aldım.

Sonra bir teklif aldım ve 2009 yılında Türkiye’ye döndüm. Rahmi Koç bir proje başlatmıştı. Global Relations Forum. Pek çok gelişmiş ülkede bu forumlardan var. O ülkenin önde gelen akademisyenleri, iş adamları, gazetecileri, bilim adamları bir araya geliyor ve ülkeye uzun vadeli bir politika oluşturuyor. 20-30 yıllık kentleşme politikası gibi...

Bunun ne yararı oluyor? ABD’de politika değişmiyor. Çünkü ülkenin gittiği yol belli. Güzel bir projeydi. Bana orada program direktörlüğü teklif ettiler. Türkiye’de bunu sıfırdan kuracağız dediler. Başkan Rahmi Koç idi.

Orası benim için çok iyi bir iş tecrübesi oldu. Türkiye’ye bu kadar uzak kaldıktan sonra tam ortasına inmiş oldum. Küçükken hayran olduğum herkes bu foruma üyeydi.

Devlet başkanları geliyor, önemli adamlar geliyor, sohbet ediyoruz. Sonra, ben kendime dedim ki, artık bir karar vermem lazım, bu işe mi devam edeceğim, yoksa kendi şirketimizde mi çalışacağım?

Ayrılmaya mı karar verdiniz?

Evet. Teşekkür etmek için Rahmi Bey’e  gittim. ‘Ama biz seni henüz bırakmak istemiyoruz,’ dedi. ‘İşyerinde benim odam bile hazır,’ dedim. ‘Bizim İK başkanıyla konuş,’ dedi. Bana açık çek verdi. Müze mi istersin,  finans mı istersin diye sordu. ‘Bir şekilde Koç kültüründen geç. Sende gelecek görüyoruz,’ dedi. Rahmi Bey babama da yazmış, ‘Biz böyle bir teklifte bulunduk ama, acaba yanlış mı yaptık?’ diye.

Rahmi Bey karşı çıkınca ne yaptınız?

‘O zaman finans yapayım da şirkette de işime yarasın,’ diye düşündüm. Holdingte iki seneye yakın finans yaptım. Otomotive ve dayanıklı ev aleterine bakıyordum. Sonra Rahmi Bey’den tekrar müsaade istedim. Aralık 2013’te de buraya geldim.

Babam şirkette çalışmamı istemiyordu. İstememesinin nedeni de, sanayiciliğin Türkiye’de çok zor bir şey olmasıydı. Bana, ‘yanarsın,’ dedi. Ben de, ‘belki pişerim,’ dedim.

Bir yandan, geleneği olan kurumların parçası olmaya çok önem veriyorum. Gelenek sana bir yol veriyor, sen emanetçisi oluyorsun. Üsküdar’da da bunu sevdim. Geleneğin parçası olmayı... Princeton’da da... Düşünüyorum... Büyük bir şeyin parçasısın. Burada da bu var. 90 yıllık bir tarih söz konusu... Gelenek sana bir şey veriyor, sen de onun emanetçisi oluyorsun.

90 yıllık tarihinizle devam edelim isterseniz...

Evet, şuradan başlayalım. O tarihlerde, ağırlıklı olarak, Ermeniler zanaatkâr, Yahudiler tüccar, Rumlar da sanayici olurmuş. 

Elit Çikolata’nın sahibi de Rum kökenli Todori Değirmencioğlu...

O zamanlar büyük çikolatacı olarak Lion Melba var. Nestle 1927’de Türkiye’ye geliyor. Elit, bugüne kadar gelen, benim bildiğim, en eski yerli sermayeli çikolatacı ve şekerlemeci.

Bu şirketin en önemli özelliklerinden biri, ustaların 50-60 ylıllık oluşu. Benim çocukluğumda Hristo Usta vardı. Todori Bey çok erken vefat ediyor. Çocukları küçük. Kayınbiraderi ilgileniyor. Elit markasıyla çikolata yapıyorlar ve bu marka çocuklar arasında çok popüler oluyor. Hristo Usta, yaşlılığında, notere gidip Elit’in hikâyesini tasdik ettiriyor. Usta, ‘Her çocuk gibi, ben de Beyoğu’nda Elit’le büyüdüm,’ diyor.

Halen İstiklal Caddesi’nde satılan ‘Beyoğlu Çikolatası’nı 90 yıldır Elit yapıyor. Dört kuşaktır devam eden İnci Profiterol’ün çikolatası Elit’tir.

Dedem 70’li yılların sonunda buraya ortak oluyor. O dönem sahipleri, ‘Biz artık yaşlandık. Çocuklar da ilgilenmiyor. Atina’ya yerleşmek istiyoruz. Celal Bey şunu size satalım,’ diyor. Dedem de parasının olmadığını söylüyor. Babam ise müteşebbis. ‘Ben bunu yaparım,’ diyor. Ortaklık kuruluyor. Bu, beş sene devam ediyor. Sonra şirket Küçük ailesine geçiyor. Bütün bu yıllar boyunca Hristo Usta hep vardı.

Şirkette bugünkü konumunuz nedir?

Bana, ‘İşin kalbi satış ve pazarlamadır. Seni bunun başına geçiriyoruz,’ dediler.

En zor görevi size vermişler diyebilir miyiz?

Kesinlikle. Satıştan gelen arkadaşlar beni uyardı. ‘Gecen gündüzün olmayacak,’ dediler. Kendimi kabul ettirmem de kolay olmadı. Çünkü hem gençsiniz, hem kadınsınız, hem patronun kızısınız. Kimse bilmez sizin Üsküdar’da, Princeton’da okuduğunuzu. Oldukça da genç görünüyorum. Heyecanımı, şevkimi, çalışmamı artık gördüler zannediyorum.

MİTHAT BEREKET BİR GÜN BİZİM OKULA GELMİŞTİ...

Bizim okula Mithat Bereket geldi. Heyecanla savaş muhabirliğini anlattı. Lise 1’deydik. Ben ona dedim ki, “Mithat Bey size bir şey soracağım ama hayır derseniz bir genç kızın kalbi çok kırılacak. Ben konuşmanızdan çok etkilendim, benimle evlenir misiniz?” Adam şaşırdı. Ama dedi, “Benim işim çok meşakkatli, aklın kalır, bu adam öldü mü, kaldı mı?” “Olsun,” dedim, “Ben beklerim, sorun değil.”

https://www.ualyetder.org/tr/12sinde-tanidigim-15inde-baglandigim